Biberon Nesli
Almanya'da ilk düzenli şehiriçi ulaşım seferleriyle başlangıçta ona ve
alt sınıftan insanlar şehri bir ucundan bir ucuna gezme imkanına kavuştuklarında
Alman sosyolog Ceorg Simmel o korkunç teşhisi koymuştu: "insanlık
tarihinde ilk defa iki insan yanyana bu kadar yakın oturup bedenlerine
dokundukları halde saatlerce birbirleriyle konuşmadan yolculuk yapıyorlar."
Bir iletişimci olarak beni ilgilendiren, düşündüren, kaygılandıran tesbit
bu. Bu yalnızlığa nicedir aşinayız. Çocuklarımız bir süredir uyku öncesi
masallarını yataklarının başucuna konan teypten dinliyorlar. Oyunlarını
bilgisayarda oynuyorlar. Derslerini videodan izliyor, kahramanlarını televizyondan
seçiyor, sevgilileriyle internette buluşuyorlar. Bütün bunlar olup biterken
bir odanın içinde yapayalnızlar. Yüzyılın bizi getirip bıraktığı nokta
burası. Onlara "biberon kuşağı" demek geliyor içimden. Şimdi
"dokunmadan yaşamanın" tadını çıkarıyorlar. Markete gitmeden,
ıinternetten sipariş verip bilgisayar aracılığıyla alışveriş yapıyor;
doktorlarına röntgen filmlerini "mail'leyip uzaktan muayene oluyorlar.
Onlara "x kuşağı" da deniliyor; "ölü kuşak" ya da
"ne idiğü belirsiz nesil" anlamında. En belirleyici özellikleri
yalnızlıktan. Sofra başında aileyle birlikte değil, odalarında ekran karşısında
veya burgercide ayaküstü ama mutlaka yalnız "atıştırmayı" tercih
ediyorlar. Gazete okumuyor, "göz atıyor"lar. DVD'deki filmi
zıplayarak izliyor, kitabı sayfa atlayarak okuyorlar, internette gezinirken
aynı anda telefonla konuşabiliyor, yemek yiyebiliyor, televizyon seyredebiliyor
ve dergilere gözatabiliyorlar. "internette gevezelik" sitelerinden
birine girip ürettikleri yeni dili görmelisiniz. Hep bir yere yetişme
telâşındaymış gibi düşünen, konuşan, yazan neslin kendine has dilini kuruyorlar.
"Hi" ile başlayıp "Bye" ile biten, "N'aber?"
sorusunun "N'olsun?" diye cevaplandığı garip bir geyik muhabbeti...
En çok, kitapçılarda "ünlü roman özet/eri" türünden kitaplar
görünce onları hatırlıyorum. Yüzyılın başındakilerin hayata bakışlarını
değiştiren kitapların sadece konularıyla ilgileniyorlar. Sağlıklı yaşıyor,
iyi kazanıyor, kolay harcıyorlar; hem parayı, hem dostlarını... Markalarını,
okullarını, kariyerlerini, ailelerinden, arkadaşlarından, fikirlerinden
daha çok önemsiyorlar. Hayatı "zap"layarak yaşıyorlar. Bilgisayarlarında
olduğu gibi özel hayatlarında da "sörf" yapmayı, derine dalmadan
yüzeysel ilişkiler kurmayı, kök salmadan dolaşmayı yeğliyorlar. Bu "kök
salamama" meselesi, Türkiye açısından özellikle önemli. Geçenlerde
bir arkadaşım "Farkında mısın?"dedi, "Hiçbirimiz dedemizin
mezarının olduğu şehirde oturmuyoruz artık" Hrant Drink'in televizyonda
anlattığı hikâye daha da dramatikti. Her gittiği' yeri çiçeklerle bezeyen
bir dostunun son yerleştiği evinin bahçesini çırılçıplak bulunca sebebini
sormuş. Hrant şu cevabı almış: "Ne zaman bir ağaç ektim de meyvesini
yiyebildim ki?" öylesine köksüz, öylesine göçebe, öylesine gezgin
bir toplumuz ki hâlâ... Yerleşemedik gitti. Dedelerimizin mezarlarının
olduğu yerleri terkettikten sonra, ilkin evimizi, derken işimizi, aşımızı
ve nihayet bütün hayatımızı değiştirdik. Bütün bunlar yarım asır içinde
olup bitti ve hepimizde öyle bir travma meydana getirdi ki, hâlâ altından
kalkamıyoruz.
Can DÜNDAR
|